İstanbul, bakışın dokunduğu yerde can bulan bir şehirdir. Nereden baktığına, hangi duygularla süzdüğüne göre şekillenir silueti. Gözle bakarsan, yalnızca taşını, toprağını, kubbelerini görürsün. Ama yürekten bakarsan, İstanbul’un ruhunu hissedersin; tarihini, hikâyelerini, çağlar boyu biriken insan izlerini.
Şehrin tepeleri, her biri başka bir pencere açar gözlerine. Ama bu yükseklikler, bakışı güzelleştirmez tek başına. Güzellik, seyretmeyi bilmendedir. Seyretmek, görmekten öte, anlamaktır; hissetmektir. Bunun için yüreğin kapısını aralamalısın. Peki, yüreğe girmek öyle kolay mı? Belki de İstanbul’u gerçekten görebilmek için önce kendi içimize bakmayı öğrenmeliyiz.
“İstanbul’u tarif et” desen, önce sorarım: “Gözle mi, gönülle mi?” Sonra, “Gönlümün gözüyle şöyle görürüm,” derdim, naber vurgusuyla. Çünkü göz, sadece önüne serileni alır; gönül ise ötesine ulaşır.
Birinin dünyası, gözünün gördüğü kadardır. İstanbul’a bakarken de öyle; gözünle ne kadarını kucaklarsan, o kadarını anlatırsın. Ama gözlerini yumup hayal etsen, her şey zifiri karanlığa gömülür, sanki yok olur. Peki, gözler kapalıyken İstanbul’u nasıl anlatırsın? İşte o zaman gönlün devreye girer.
Kim görür İstanbul’u en güzel? Akla hemen yüksek tepeler gelir. “Hadi, en yüksek noktaya tırmanalım, oradan seyredelim!” dersin. Sonra aklına kuşlar düşer; martılar mesela, vapurların peşinde süzülen, simit kovalayan kanatlılar. Ve işte tam burada, Leylek Jonas girer hikâyeye.
Jonas, her yıl iki kez İstanbul’un göğünde süzülürdü. Baharların habercisiydi onun kanat çırpışları. Almanya’dan doğduğu yere, Afrika’ya kışlık yurduna giderken İstanbul, onun mola yeriydi. Peşinde bir leylek sürüsü, gökyüzünde dans ederek geçerdi. Anadolu yakasında Şile’yi, Avrupa yakasında Silivri’yi seçerlerdi. Buralar, onların karınlarını doyurduğu, güç topladığı duraklardı. Jonas, 2013’te Almanya’da doğmuş, üzerine takılan bir cihazla izlenen bir leylekti. Verileri, avcılardan korunması için gecikmeli paylaşılırdı. Onun İstanbul geçişini kimler fark ederdi ki? Şubat’ta Gazze’den yola çıkar, Hatay’dan Türkiye’ye girer, Adana, Konya, Eskişehir derken mart başında İstanbul’da soluklanırdı. Bazen bir hafta, bazen on gün kalır, sonra kanatlarını Almanya’ya taşırdı. Sanki Almanya’da yazlığı, Filistin’de kışlığı vardı.
Ama 2023’te Jonas, İstanbul’u bir daha göremedi. Göç edemedi. Almanlar, onun yuvada kalan eşini ve yumurtadan çıkan iki yavrusunu buldu. İki yavru daha yumurtadan çıkmak üzereydi. Artık bu yavrular büyüyecek, annelerinin gördüğü İstanbul’u belki onlar seyredecekti. Aynı mı görürlerdi, yoksa başka bir İstanbul mu bulurlardı?
O sırada insanlar ekranlara gömülmüştü. İstanbul, her ekranda başka bir yüzle görünüyordu dünyaya. Kamerayı nereye çevirirsen, gözün oraya gider; gönlün oraya akar. Gönül, gözün kaydığına kapılmaz mı sanırsın?
İstanbul’u gönül gözüyle seyretmek gerek. Çünkü göz kapandığında, gönüldekiler silinmez. Gözden kaybolan, yüreğe değmez. Mesela, Fatih Sultan Mehmet’in portresini çizen ressam, kendi gözüyle görmüştü onu. Ama ya biz, Fatih’in gözünden bakabilseydik İstanbul’a? Belki o zaman onun sevdiği şehri daha derinden anlardık. Bir adım ötesi, onun yüreğinden bakabilseydik, bambaşka bir İstanbul bulurduk.
Gözün gördüğü sınırlıdır; ne kadar fotoğraf, ne kadar video çeksen, o “tam” hissi yakalayamazsın. İçinde bir sızı kalır, boğazın düğümlenir. Ama gönlüne sığdırdıkların, o görüntüleri anlamlı kılar. İnsan, İstanbul’u da, dünyayı da gönül süzgecinden geçirirse, nice güzelliklerle karşılaşır. Göz aldanır, çabuk kanar; görmediğini yok sayar. Ama gönlün ekranında her şey capcanlıdır. Gönlünle bak, İstanbul’u da, hayatı da öyle seyret.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Turkey Holiday places Türkiye Tatil